İş yaşamı başarının yanında kimi zaman vicdan azabı veya zihinsel bir yıpranmayı da beraberinde getirir. Ve başarının değer yargılarını hiçe sayarak gelmesi sık görülen bir durumdur.
Yaşamımızın seçimlerden ibaret olduğu ve sonuçta karar verdiğimiz yolda bunun artısına, eksisini kabul etmek zorunda olduğumuz bir gerçek. Yalnızca çocukluk veya gençlik dönemlerinde değil iş yaşamında bile karşımıza çıkan zorlukların pek çoğu bizleri karar vermek zorunda olduğumuz seçeneklerle başbaşa bırakıyor.
Bir girişimci ve iş insanı olan Randi Zuckenberg de bu duruma parmak basarak attığı tweet’te şöyle diyordu: “Arkadaşlıklar, iş başarısı, fit kalmak, aile veya uyku… Üçünü seçebilirsiniz”. İlk bakışta gaddarca gelen düşünce günümüz kapitalist iş dünyasında yer edinmenin ve ayakta kalmanın zorlukları düşünüldüğünde çok da şaşırtıcı değildi. Hele ki bunu söyleyen Facebookun eski pazar geliştirme direktörü olan ve ağabeyi multimilyarder Mark Zuckenberg’le yakından çalışan biri olunca söylem daha çok dikkati hak ediyor. Başarılı, güzel ve zengin olan, hatta görünüşe göre hayatın sunabileceği her şeye sahip birinden gelen bu sözleri duyunca gerçekten başarıya ulaşmak için birden fazla şeyi feda etmenin zorluğu ortaya çıkıyor sanki. En başarılı kişiler bile her şeye sahip olamıyorsa ne umulabilir ki?
İş yaşamında hep daha ötesini gerçekleştirmek daha fazla takdir ve para kazanmak için çalışmak ise seçimlerini bu yönde yapanlar için ayrı bir yola doğru gidiyor. Buradaki herhangi bir olumsuzluk da her zaman Nietzsche’nin “Beni öldürmeyen şey güçlendirir” sözünde karşılığını bulamıyor. Japonyanın kalp krizleri, felçler ve intiharlarla tanımlanan işkolik kültürünün bir adı bile var: “Karoshi”. Her ne kadar Uzakdoğu’ya özgü bir durum gibi yansıtılsa da bunun tüm dünyada sorun olduğu açık. DSÖ’nün birkaç yıl önceki değerlendirmesine göre dünya çapında 745 bin kişinin uzun çalışma saatleri nedeniyle felç ve kalp hastalığı kaynaklı durumlar nedeniyle öldüğü ortaya konmuştur. İşini tutkuyla ve yer, zaman ayırt etmeksizin yapma çabasının her zaman mutluluğu getirmediğine dramatik bir örnek ise Kevin Carter’ın yaşam öyküsüdür.
GÖZLEMCİ ETKİSİ
Güney Afrika’da ırk ayrımının gölgesinde beyaz bir muhitte doğan Carter, Church Street bombalanması sırasında gördüklerini kalıcı duruma getirme isteğiyle fotoğrafçılığa merak saldı. Bir süre sonra siyahi toplumda gerçekleşen ve “kolye bağlama” adı verilen korkunç bir infaz yöntemini görüntülemesi ile tanındı. Tanık olduğu şeyin dehşet verici olduğunu kabul etmekle beraber çok da etkilenmediğinden söz ediyordu.
Carter’ın yolu bir süre sonra Sudan’a düştü. Bölgede büyük bir kıtlık vardı ve bunun tüm dünyaya duyurulması etkileyici fotoğraflardan başka ne ile mümkün olabilirdi ki? Krizi yansıtan pek çok çarpıcı fotoğraf çektikten sonra uçağa binmek için piste doğru yürümeye başladı. O sırada yerde eğilmiş duran bir çocuğu gördü ve son olarak onu da çekmek istedi. O anları uçağa binerken arkadaşına şöyle anlattı, “Az önce neyi yakaladığıma inanamayacaksın!… Dizlerinin üstünde çömelmiş bir çocuğu çekiyordum sonra açımı değiştirdim ve aniden arkasında bir akbaba belirdi!… Ve ben yalnızca deklanşöre basmaya devam ettim.”
Carter’ın açlığı, çaresizliği, masumiyeti, dramı ve korkuyu yansıtan ikonik fotoğrafı 1994 yılında Pulitzer Ödülü’ne derğer görüldü. Ama fotoğrafçı pek çok ithamla da karşı karşıya kaldı. Neden çocuğa yardım etmek yerine fotoğraf çekmeyi seçmişti? İçinde bulunduğu seçim ikileminde iş başarısını önde bulundurmak toplumun ahlak yargıları karşısında onu savunmasız bırakmıştı.
Carter bu ithamlara herhangi bir karşılık vermedi. Oysa ki o gezide Carter’a hiç bir şeye müdahale etmesine izin vermeyen silahlı askerler eşlik ediyordu. Sudanlılar ondan kıtlığı bütün çıplaklığıyla fotoğraflamasını istiyorlardı. Bir yandan da bulaşıcı hastalıklar nedeniyle temas etmeme politikası ve bunu tavizsiz uygulayan silahlı devriyeler vardı. Fotoğrafçı bir süre sonra şu beyanı verecekti:
“Cinayetler, cesetler, öfke ve acıya dair canlı anılar aklımdan çıkmıyor.”
TOLSTOY’DAN SORULAR
Nitekim Pulitzer aldıktan üç ay kadar sonra da intihar ederek en çaresiz seçimini yapmış oldu. İnsanın sırf iş yaşamında değil tüm yaşamda hangi yöne gideceğinin seçimini yapmak zihinleri meşgul eden en önemli soru olmaya devam edecek. Büyük Rus yazar Leo Tolstoy, 1903 yılında yayımladığı “Üç Soru” isimli kısa öyküsünde bir kralın yaşamını ele alarak yaşamda gerçekten neyin önemli olduğunu belirleme ve bu yönde seçim yapabilme konusuna parmak basmıştı. Tolstoy için temel sorular şunlardı: Bir şeyleri yapmak için en iyi zaman ne zamandır? En önemli kişi kimdir? Yapılacak doğru şey nedir?
Yanıtlar olguya, kişiye ve zamana göre değişse bile Tolstoy’un hikâyenin sonunda yanıtı şöyleydi:
“Yalnızca tek bir önemli zaman olduğunu ve o zamanın şimdi olduğunu unutmayın. En önemli kişi ise gelecek öngörülemez olduğu için kendinizsiniz. Yapılacak en doğru şey ise yanınızda olanlara iyilik yapmaktır.”